Bütçe dengesi ve değişen risk algılaması
Bütçe dengesin deki bozulma devam ediyor.
İlk dokuz aylık gelişmelere göre, faiz harcamaları azalırken, bu sayede yaratılan kaynaklar faiz dışı harcamalara aktarılıyor. Faiz dışı kalemlerdeki harcama artışı yüzde 22’nin üstünde.
Harcamalarda iki kalem çok dikkat çekiyor. Birincisi sosyal güvenlik sistemine yapılan devlet yardımları. Kriz nedeniyle artan işsizlik ve kayıt dışılık nedeniyle prim gelirleri düşen sistemin harcamaları tam tersine artıyor. Toplam harcamaların yüzde 18’ine ulaşan bu kalemdeki dokuz aylık artış yüzde 50 olmuş.
Sosyal güvenlik transferlerindeki büyümenin bir nedeni de sağlık harcamaları. Bu kadar popülist bir sistemin sürdürülebilmesi için daha çok vergi toplanması gerekiyor. Borçlanarak, “el atına binerek çalım satmak” pek mümkün değil.
KİT’lere ödenen görev zararlarındaki değişim de dikkat çekiyor. Başta TMO ve TKİ olmak üzere, hükümet tarafından zarar etme görevi verilen KİT’lere yapılan ödemeler, geçen yıla göre yüzde 72 artmış.
Gelirler hızla azalıyor
Vergi gelirleri geçen yıldan daha az.
Sadece vergi banka ve sigorta muameleleri vergisi artmış. Krizden çok az etkilenen olumlu yapı nedeniyle finansal işlemlerden alınan vergilerin artması doğal.
Gelirlerde en büyük düşüş ithalattan alınan KDV’de. Vergi sisteminin harcamaya dayalı olmasının bir sonucu olarak, ithalat düşünce alınan vergi düşüyor. Üzülüyoruz. Diğer taraftan ödemeler dengesi açığı ve dövize olan ihtiyaç azalıyor. Seviniyoruz.
Geçen yıllara göre diğer bir büyük değişim vergi dışı gelirlerde yaşanıyor. Çoğunlukla bir defaya mahsus tedbirlerle alınan bu gelirlerin son örneği Telekom satışından ve özelleştirmelerden yapılan tahsilâtlar.
Bütçe dengesinin bu tür geçici tedbirlerle sürdürülemeyeceğini söylediğimiz zaman, konuya ilgi gösteren bazı piyasa yorumcuları,”Önemli olan bütçe dengesidir. Paranın nereden geldiği kimseyi ilgilendirmez.” diyerek itiraz ediyorlardı. Doğal olarak onların cevap aradıkları bir tek soru var: “Hazine’ye borç verdiğimiz parayı zamanı gelince, faizi ile beraber geri alabilecek miyiz?”. Cevap olumluysa, gerisi çok önemli değil.
Neden mi?
Nedeni aşağıdaki tabloda çok net görünüyor.
Tablo yıllar itibariyle (2009 Ağustos ayı itibariyle) Hazine’nin piyasadan yaptığı borçlanmanın faiz yapısını gösteriyor. Sabit faizli (iskontolu) kâğıtlarda faiz, ihale yapılırken, baştan belirlenir. Diğer bir deyimle, parasını devlete borç veren kişi dönem sonunda ne kadar faiz geliri olacağını bilir. Devlete ve ekonomik şartlara güvenir.
Eğer, yatırımcı özellikle ekonomik şartlarda bazı değişiklikler bekliyorsa ve/veya Hazine uzun vadeli borçlanmak istiyorsa yatırımcılar, artan belirsizlikler nedeniyle sabit faize razı olmaz. Faizin her üç veya altı ayda bir yeniden belirlenmesini ister.
Tablodan görüldüğü gibi, 2002 yılı sonunda Hazine iç piyasadan yüzde 90 oranında sabit faizle borçlanabiliyormuş. Tabi ki, bugünküne oranla daha kısa vadede. O dönemde sabit faizli kâğıtların bir bölümü de dövizli enstrümanlar. Diğer bir deyimle kamu egemenlik alanında kendi ulusal parasıyla değil, yabancı bir parayla daha rahat borç bulabilmiş.
Bununla beraber, 2009 yılına geldiğimizde yatırımcılar artık, TL’de olsa yabancı para da olsa sabit faizli kâğıda fazla rağbet etmiyorlar. Bunun en önemli nedeni artık faizlerin yükseleceği beklentisinde olmaları.
Tablodan anlaşıldığı kadarıyla; ekonomide sorunlar azalıyor yorumu yapanlar, paralarını değerlendirirken, ileride risklerin artacağını düşünüyorlar.
Kısacası, “Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı” durumu.
Hakan Özyıldız - 17.10.2009